otkökü

‘Hür Dünya’nın Dönüşü

| Serdar Tekin

ABD Baskani George Bush, 11 Eylül sonrasinda – yanlis hatirlamiyorsam yaptigi ilk basin açiklamasinda – saldirinin ABD’nin ‘özgürlügü’ne kast ettigini, ama terörün amacina ulasamayacagini, ABD’nin özgürlüklere dayali yasam tarzini savunmakta israrci olacagini ilan etmisti. Nitekim, Afganistan’a yönelik askeri operasyon da ‘ebedi özgürlük harekati’ olarak adlandirildi. Bu yazida, söz konusu ‘özgürlük’ retoriginin bazi veçhelerine dikkat çekmeyi deneyecegim.

Özgürlügün kapitalist sistemin en yüksek moral degeri olarak takdim edilmesini, büyük ölçüde Soguk Savas yillarindan, ‘demir perde’ ve ‘hür dünya’ ayrimindan hatirliyoruz. Sovyetler Birligi’nin çöküsüyle, yani ‘demir perde’nin yikilmasiyla birlikte ise, ‘yeni dünya düzeni’ diye adlandirilan ‘yeni emperyal vizyon’un, kendisini ‘özgürlük’ten ziyade ‘insan haklari’ söylemine dayanarak temellendirmek/mesrulastirmak istedigine tanik olduk. Reel sosyalizmin artik varolmadigi, dolayisiyla kapitalist ve sosyalist bloklar arasindaki ayrimi vurgulamak için kendisine basvurulan ‘hür dünya’ deyisinin anlamini yitirdigi kosullar altinda, Bati’yi dünyanin geri kalanindan ayiran sinir çizgisi, 1990’lar boyunca giderek artan bir sekilde ‘insan haklari’ kavramindan hareketle çizildi. Insan haklari konseptinin farkli düzeylerde (küresel sivil toplum hareketliliginde, basta AB olmak üzere ulusasiri kurumsallasma süreçlerinde ve nihayet diplomasinin reelpolitiginde) isgal etmeye basladigi merkezi konum bunun ifadesidir.

Bu gelisme, kuskusuz, küresellesme sürecinden ve liberalizmin yeni dünya tasarimindan bagimsiz olarak düsünülemez. Küresellesme, siyasal planda, kendisini, insan haklarinin teminat altina alindigi ‘medeni cografya’nin sinirlarini genisletmeye yönelik bir proje olarak takdim etti. Nitekim bu söylemin tasiyicisi olan liberalizm de, insanin maddi ve manevi bazi temel ihtiyaçlari oldugunu; bu ihtiyaçlarin maddi planda refah içerisinde yasamaya, manevi planda ise haysiyet ve kisiliginin korunmasina geri götürülebilecegini; kapitalizmin bunlardan ilkini, demokrasinin ve insan haklarinin ise ikincisini saglamis bulundugunu, dolayisiyla tüm insanlik için tatmin edici bir gelecegin bizi bekledigini ileri sürerek, 1990’dan itibaren tarihsel zaferini ilan etmekteydi.

Ne var ki bu zaferin, ‘medeni cografya’nin disinda kalan ve kalmakta israr eden bazi bölgelerde askeri olarak da kazanilmasi gerekmistir. NATO’nun Sirbistan’a müdahalesini hatirlayalim. NATO, müdahalede bulunabilmesinin hukuksal zemini olan BM Güvenlik Konseyi’nin onayini almaksizin, yani hukuksal bir zemine sahip olmaksizin, Kosova’daki insan haklari ihlallerinin ulastigi ve daha da ulasabilecegi boyutlari ileri sürerek harekete geçmisti; elbette ABD’nin öncülügü ve siyasi iradesiyle. Insan haklari kavrami, bu olayda, mevcut uluslararasi hukuk açisindan yasal bir zemini bulunmayan askeri-siyasi bir müdahaleyi mesrulastirmak için kullaniliyor ve Bati kamuoyunun büyükçe bir bölümünden de destek görüyordu. Baska bir deyisle ‘evrensel degerler’in, devletlerin egemenlik hakkindan ve bu egemenligi tarif eden pozitif hukuktan üstün oldugu ilan ediliyor; böylece insan haklari, küresel dünyanin en yüksek moral degeri olarak takdim ediliyordu. Nitekim, yeni emperyal vizyonun sözcülerinden Tony Blair, Kosova müdahalesinin ardindan sunu söylüyordu: “Diktatörlerin etnik temizlik yaptiklarinda veya halklarini ezdiklerinde cezalandirilacaklarini bildikleri bir yeni binyila girmek istiyoruz. (…) Bu tür suçlari isleyenlerin saklanacaklari hiçbir yerin olmadigi bir dünya için mücadele veriyoruz.§

Bu sözümona ‘insani mücadele’ bir müddet nispeten pürüzsüz bir sekilde yürütüldü. “Hersey yolunda gidiyordu. Sirbistan dize gelmis, Miloseviç’i Uluslararasi Savas Suçlari Mahkemesi’ne (sonradan büyük kisminin Tito döneminden kalan borçlarin ödenmesine ayrildigi ortaya çikan) bir avuç dolara satmisti. NATO doguya, güçsüz bir Rusya’ya dogru ilerliyordu. Saddam Hüseyin ne zaman istenirse rahatlikla bombalanabilecekti. (…) Filistin bölgeleri siki kontrol altinda tutulurken, liderleri akilli bombalarla öldürülüyordu. Son bir kaç yil içinde, hisse senedi sahipleri rekor düzeyde karlar elde ediyordu. Politik sol devre disi kalmis, tüm siyasi partiler neoliberalizm ve ‘insani’ müdahalecilik konsepti etrafinda toplanmisti. Kisaca, bazi yorumcularin ifade ettigi gibi, ‘baris içinde’ yasayip gidiyorduk. Sonra aniden sok, sürpriz ve dehset ani: Tüm zamanlarin en büyük gücü, tek gerçek evrensel imparatorluk, tam kalbinden, zenginlik ve gücünün merkezinden vuruldu.§ (Jean Bricmont, ‘Tarihin Sonu’nun Sonu, Cosmopolitik, sayi 1, Ekim 2001; yazinin orjinali için bkz. www.zmag.org/bricmontcalam.htm)

11 Eylül olayi, küresellesme ile insan haklari arasindaki iliskinin kirilganligini açiga çikartmistir. Amerikan asayis aygitinin ve müttefiklerinin, ‘özgürlügün tehdit altinda oldugu’ndan, dolayisiyla olaganüstü ‘güvenlik’ önlemlerine basvurmanin zorunlulugundan dem vurmalari, insan haklarinin ‘evrenselci’ dili yerine, Soguk Savas yillarindan hatirladigimiz ‘çatismaci’ dilin kullanilmaya basladigini gösteriyor. Nitekim Bush, “daha önce Sovyetler Birligi tarafindan tehdit edilen özgürlügün, simdi terörizm tarafindan tehdit edildigi§ni ve “özgürlük ile terörizm arasindaki bu savasta kimsenin tarafsiz kalamayacagi§ni beyan etmekte gecikmedi. Bunun anlami, küresellesme sürecinin artik çatismaci bir evreye girmekte oldugudur.

Bu çatismanin somut olarak nasil biçimlenecegini simdiden öngörmek çok kolay degil; ayrica buradaki amaçlarimiz bakimindan da konumuzun disinda. Yine de, malumu ilan olan bir saptamayi tekrarlayalim. Çatismanin sahnesi, büyük ölçüde, Ortadogu ve Avrasya olacak. Bu, söz konusu cografyada yasayan halklarin makus talihinde yeni ve daha kanli bir sayfanin açilmasi anlamina geliyor – bu sayfa Afganistan’da simdiden açilmis durumda.

Evet, ‘hür dünya’ retoriginin yeniden canlandirilmasi, insan haklari ile küresellesme arasindaki açinin genisledigine ve giderek de genisleyecegine isaret ediyor. Edward Said’in belirttigi gibi, küresellesmeye karsi her türden direnis bundan böyle ‘terörizm’ diye yaftalanma ve basini ABD’nin çektigi ‘terörizme karsi özgürlük cephesi’ tarafindan imha edilme tehlikesiyle karsi karsiya. ‘Terörizmin takibi’ adi altinda, insan haklarina iliskin kaygi ve standartlarin su ya da bu ölçüde parantez içine alinacagi yeni bir kriminal döneme giriyoruz. Bu süreç, aslinda bir bakima, ‘liberal-demokrasi’den ‘liberal-otoriteryanizm’e geçis anlamina da geliyor; çünkü kendi mesruiyet dilini ‘özgürlük’ ve ‘güvenlik’ arasindaki iliskiden hareketle tesis ediyor.